blank

Peygamber ocağı mı? Darbe odağı mı?

TEODORA DONİ Peygamber ocağı mı? Darbe odağı mı?

TEODORA DONİ
Peygamber ocağı mı? Darbe odağı mı?
 

Arkadaşlarım bana sık sık yazımın konusunu neye göre belirlediğimi ve yazmak istediğim her konuda özgürce yazabilip yazamadığımı soruyorlar. Bazıları ayrıca keşke daha yumuşak bir üslup kullansanız diyorlar.

Onlara, ben de sizler gibi bu ülkede yaşıyorum diyorum. Olup biten olumlu ya da olumsuz gelişmelerden ben de sizler kadar etkileniyorum. Elbette yazılarımın içeriğini de büyük ölçüde bu olup bitenler karşısında hissettiklerim, düşündüklerim belirliyor ve içimden geldiği gibi yazıyorum. Üslubumun sert olduğu eleştirisine de katılmıyorum. Yazılarımın doğal akışı içerisinde yer yer sert ifadeler olsa da olaylara yıkıcı değil yapıcı bir anlayışla baktığımı düşünüyorum.

Bütün bunları niçin anlattım, çünkü birçoğuna göre oldukça hassas kabul edilen bir konuda ben de kendi payıma ne düşündüğümü yazacağım şimdi ve yanlış ya da eksik anlaşılmak istemiyorum.

Biliyorsunuz bu aralar gündemin ilk sıralarında yer alan olaylardan biri de şu ”ıslak imza” meselesi ve onunla bağlantılı askerin darbe planı. Zor bir dönemden geçiyoruz ve geçen yazımda da söylediğim gibi soru ve cevapların birbiriyle yer değiştirdiği, iyice birbirine karıştığı, birçoğunun yalnızca kendine ve keyfine göre Müslüman olduğu günlerde yaşıyoruz.

Aslında şimdi gün yüzüne çıkan sorunların hiçbiri bir günde oluşmadı, askerin de ilk darbe teşebbüsü değil. Sorunlar bağıra bağıra geliyorum dedi ama kimse bir şey yapmadı. ”Bugünün işini yarına bırakma”, atasözü unutuldu, sorunlara karşı çözüm üretmesi gereken siyasiler bunu hep erteledi, sorunlar görmezlikten gelindi. Hukuk da, demokrasi de sanki hiç kimseye lazım değildi.

Siyasilerin vurdumduymazlığından daha vahim olanı ise, ülke nüfusunun % 99’unu oluşturan Müslümanların, peygamber ocağı olarak gördüğü ordunun darbe odağı haline gelmesine seyirci kalmasıydı. Hem de ordunun bir yandan da milletinden ve milletinin inancından soyutlanmaya çalıştığını göre göre. Elbette bu soyutlama ve dışlama çabası ordunun bütün mensupları için geçerli değil, bunu daha çok ordu içinde belirli bir kesim yapıyor.

Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için, uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan ve sayısız asker eşiyle tanışan biri olarak gözlemlerimi ve onlardan dinlediklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.  Asker eşleriyle tanışmalarım sırasında defalarca kendimi Katolik papazı gibi hissettiğim çok oldu.  Sanırım yabancı ve sonradan Müslüman oluşumun da etkisiyle deyim yerindeyse günah çıkartırcasına bana dertlerini anlatıyorlar. Birçoğu, eşinin görevinden dolayı başını örtemediğini, evinde bırakın İslamı anlatan başka kitapları, çoğu zaman Kur’an’ı Kerim veya seccade bile bulundurmaya korktuklarını söylüyorlar.

Türkiye’deki ilk yıllarımda bana garip ve abartılı gelen bu olayların artık tümüyle doğru olduğunu düşünüyorum, doğru olmasa benzer durumları başka başka asker eşlerinden değişik zamanlarda, değişik şehirlerde dinleyebilmem mümkün olmazdı.

Yıllar geçtikçe daha çok şey öğrendim,  askeri lojmanlarda oturanların taşındıktan kısa bir süre sonra başka askerler tarafından ziyaret ve hoş geldiniz demek bahanesiyle kontrol edildiğini, daha sonraları birbirini kontrol eder hale geldiklerini ve çocuklarının odalarının bile bir bahaneyle kontrol edildiğini anlatıyorlar. Çocuklara hangi kitapları okuduğunu, nerelere gittiğini kısaca herşeyi soruyorlar, sözde çocuklarla sohbet ediyorlar. Asker eşleri bu durumlardan çok rahatsız olduklarını ancak yapabilecek bir şeylerinin olmadığını söylüyorlar.

Bir düşünün peygamber ocağı olarak görülecek kadar milletine güven veren bir orduda bu olaylar nasıl ve niçin yaşanıyor. Kimse bir şey demiyor.

Evinde dini kitaplar bulundurduğu, zaman zaman da olsa gizlice namaz kıldığı veya eşinin zaman zaman başını örttüğü tespit edilen subay ya da astsubaylar hemen “irtica” gerekçesiyle ordudan ihraç ediliyor. Kimse bir şey demiyor.

Hiçbir subay ya da astsubay çıkıp ta “ ben inancımın gereği gibi yaşarım, burası peygamber ocağı, hangi cüretle benim namazıma, eşimin başörtüsüne müdahale edersiniz” demiyor. Ordudan ihraç edilmeyi beklemeyip istifa etmiyor. Ordudan ihraç edilmeden bu olaylara karşı tepki olarak istifa eden hiç olmuş mudur, bilemiyorum, ben duymadım.

İşin bir garip tarafı da, bana yakınan asker eşlerinin, hem yapabileceğimiz bir şey yok demeleri hem de bütün şikâyetlerine rağmen çocuklarının da ordu mensubu olması için çok çaba harcamaları. Hatta öyle ki çocukları askeri okulların giriş sınavlarını kazanamayınca çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar.

Bir de lise öğrencilerine Milli Güvenlik dersi veren ordu mensupları var ki, onları öğrencilerden dinlemelisiniz. Okulları askeri kışla gibi görüyor, çocukları asker gibi eğitmeye çalışıyorlar. Bu yetmezmiş gibi öğrencilere siyasi telkinlerde bulunuyorlar ve bazı siyasi partilere karşı öğrencileri kin ve nefretle dolduruyorlar. Kimse bir şey demiyor.

Ben okul bahçelerinde askeri araçları her gördüğümde önceleri herhalde öğrenci olan çocuğunu veya öğretmen olan eşini görmeye gelmiştir diye düşünüyordum. Her ne kadar askeri araçla tuhaf bir ziyaret etme şekli gibi görünse de bir insan zaafı deyip fazla üzerinde durmuyordum. Meğer Milli Güvenlik diye bir ders varmış da o dersi vermek için geliyormuş bu komutanlar. Sanki hiçbir sivil öğretmen bu dersi veremezmiş gibi. Buna da kimse bir şey demiyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama burada tek tek saymama gerek yok sanırım. Dilim döndüğü kadar ve tabi ki demokrasimizin el verdiği ölçüde ne demek istediğimi anlatmaya çalışıyorum.

Kendini imtiyazlı bir sınıf olarak gören bir kısım ordu mensuplarına karşı hukukun üstünlüğü ilkesi artık harekete geçirilmezse, peygamber ocağı olmaktan gittikçe uzaklaşan darbe odağı haline gelen orduya milletçe gereği gibi sahip çıkılarak yeniden çeki düzen verilmezse, daha çok ıslak imzalar çıkar, daha çok darbe teşebbüslerine şahit oluruz.

 9 Kasım 2009 Pazartesi / Yeni Şafak
Share

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir