blank

İletişimsizliğe, sorumsuzluğa, popülizme karşı…

TEODORA DONİ İletişimsizliğe sorumsuzluğa popülizme karşı…

TEODORA DONİ
İletişimsizliğe, sorumsuzluğa, popülizme karşı…
 
Türkiye, geçen hafta ayın üçünü dördüne bağlayan gece,  internette, artık “sosyal medya” denilen ünlü paylaşım sitelerinde yer alan “Hama katliamının 30. yıldönümünde Suriye devletinin Humus’ta katliam yaptığı” haberleriyle çalkalandı.
 
Birçok kişi ve sivil toplum kuruluşu bu sosyal medyalardan, insanları protesto gösterisi yapmaya çağırdı. Kendim de sayısız çağrı aldım birçok farklı kişi ve guruptan, protesto gösterileri ve elçilik binasını işgal için. Ancak beni şaşırtan bu kişi ve küçük küçük grupların hepsinin de aynı camiadan olmasına rağmen ayrı ayrı farklı yer ve zamanlarda birbirinden bağımsız protesto gösterisi yapmak istemesiydi. Küçük küçük gruplar ayrı ayrı yerlerde… Ondan sonra “tavşan dağa küsmüş (hadi kızmış diyelim) dağın haberi olmamış” durumları… Şimdi gülelim mi, ağlayalım mı?
 
İlginçtir ki gerçekleştiği iddia edilen bu katliamdan bir gün önce muhaliflerin devlet güçlerine karşı artık ağır silahlarla saldıracaklarını açıkladıkları söyleniyordu. Nerden buldularsa o ağır silahları… Hem o açıklamayı yaparken de 4 Şubat’ta “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Suriye'deki şiddetin derhal sona ermesi çağrısında bulunan ve Suriye rejimi tarafından yapılan insan hakları ihlallerini kınayan karar Tasarısı”nı oylayacağını da biliyorlardı.  Daha da ilginci, haberlerde, hayatını kaybeden insanların sayısı 100 küsurdan başlayarak gece boyunca 200, 300,  400 derken 500 küsura kadar yükselmişken, Rusya ve Çin’in vetosu nedeniyle kınama kararı tasarısının Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul edilmemesinin ardından hayatını kaybeden insan sayısının birdenbire 50 küsura düşmesiydi.
 
Bu arada, bir de  “Türkiye-Suriye sınırından silah sesleri yükseliyor” haberi yayıldı.  Son zamanların popüler iki gazeteci yazarı da bu haberi bir sosyal paylaşım sitelerinde ısrarla “Suriye’nin kurşunları Türk köyünü vuruyor, mermiler köyün üzerinden geçiyor” şeklinde duyurdu.  Savaşa ha girdik ha giriyoruz diye hop oturup hop kalkan insanların sokaklara çıkmasına, savaş çığırtkanlarına eşlik etmesine ramak kaldı.
 
Bütün bunları art arda düşündüğümde bir kere daha anladım ki iletişim araçlarının hızla arttığı ölçüde iletişimsizliğin de arttığı, önce iletişimin katledildiği; iletişim özgürlüğünün, adaletin değil, iletişimsizliğin, bilgi kirlenmesinin, zulmün küreselleştiği bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki.
 
Ancak kendi gözlemlerime dayanarak yaptığım bu tespit,  Türkiye’de medyanın iktidar baskısı altında olduğunu iddia edenlere karşı itirazda bulunmama engel değil. Yazılarımda çoğu zaman iktidarı eleştiren biri olarak kendi payıma açıkça söyleyebilirim ki şimdiye kadar ima edilerek de olsa en ufak bir baskı hissetmedim üzerimde. Elbette eleştirilerimin muhataplarından açıklama yapmak için bizzat arayanlar oldu. Her zaman doğru bildiğimi, eleştirilerimi yazdım. Bazı medya organlarının sahipleri ya da yönetimleri,  kendi mensuplarından bazılarına birtakım kısıtlamalar getiriyorlarsa bunun nedeni iktidar değil,  kendilerinin kraldan çok kralcı olmasıdır, diye düşünüyorum.
 
Bir de her işinden edilen gazeteciyi de gerçek mağdurlarla aynı kefeye koymamak lazım. Ne yazık ki bazıları tam bir gazeteci sorumluluğuyla hareket etmiyor. Kesin olarak doğrulanmamış haberleri kesinmiş gibi veren böylece bilerek ya da bilmeyerek haber kirliliğine,  toplumun yanlış bilgilendirilmesine katkıda bulunan, seviyeli yazılarıyla gazetesinde yer almaktan çok paylaşım sitelerinde kışkırtıcı dedikodularla boy gösterenler de var. Böylelerinin tek derdi genellikle kendileri, kendi popülerlikleri… Bilgi kirliliği ne kadar yoğun olursa bunların o kadar işine geliyor ve yaşadığımız şu günler tam da öyle günler…
 
Soralım bir kendi kendimize… Suriye ile ilgili yazılanlar söylenenler her birimizin kafasında aynı Suriye resmini mi oluşturdu yoksa her birimiz için başka bir Suriye mi var. Hatta daha yakına gelelim, ülkemizi düşünelim, Türkiye’yi. Her birimizin kafasında ki Türkiye aynı mı? Hiç sanmıyorum.
 
Geçen mübarek Ramazan ayının arifesinde Suriye’deki çatışmaları televizyon haberlerinden takip etmeye çalışıyordum ki sekiz yaşındaki oğlum yanıma gelip kısa bir süre benimle birlikte izledikten sonra;  “askerlerin şehirlerde savaşmadıklarını düşünüyordum” demişti.
 
Evet, sekiz yaşındaki bir çocuk sivillerin yaşadığı şehirlerde askerlerin savaşmaması gerektiğini söylemişti ve ben ona bunun nasıl olabildiğini anlatamamıştım.
 
Suriye'de olanları insanım diyebilen herkes dehşet içinde izliyor ve en azından dualarla oradaki insanların yanında olmaya çalışıyor. Ancak öyle görünüyor ki gün geçtikçe içimizi daha çok acıtacak gelişmelere tanık olacağız.
 
Ne yazık ki Suriye’de tam olarak ne olup bittiğini, aslında nasıl bir oyunun döndüğünü bilmiyoruz, Irak’ta olanları hala tam olarak bilemediğimiz gibi. Gerçeğin, asıl Suriye’nin kafamızdaki Suriye’lerden hangisiyle örtüştüğünü de…
 
Aynı şekilde kafamızdaki Türkiye’lerin hangisinin şu an yaşadığımız Türkiye ile örtüştüğünü de bilmiyoruz.  Zaten bilseydik bu kadar Müslüman Türkiye, Bağımsız Türkiye, Laik Türkiye,  Avrupalı Türkiye gibi birbirinden farklı Türkiye’lerimiz olmazdı ve o zaman hangi Suriye gibi sorularımız da olmazdı.
 
Uluslararası müdahale gerekli mi, aslında kimlerin yararına, neden her defasında kaybeden hep İslam coğrafyası, diye de sormazdık. Büyük resmi görür, tam olarak neler olup bittiğinin farkına varırdık o zaman, bir insanlık cephesi oluşturabilirdik iletişimsizliğe, sorumsuzluğa, popülizme karşı…
 
6 Şubat 2012 Pazartesi / Yeni Şafak
Share

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir