blank

Kirli savaşlara karşı…

blank

TEODORA DONİ
Kirli savaşlara karşı…
 
Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin gündeminde “cemaat-hükümet çatışması mı, hedeftekiler kimler” soruları vardı. Gazeteler daha çok bununla ilgili haberleri taşıdı manşetlerine, yazarların çoğu bunu yazdı köşelerinde. Kafalar biraz daha karıştı ya da karıştırıldı, asıl sorunlar biraz daha unutuldu ya da unutturuldu. Ne uzun süredir konuşulmayan “Yeni Anayasa” konuşuldu bu vesileyle en azından ne tam bir “Adalet” için olması gereken “Yargı Sistemi” ne de 28 Şubat Darbecilerinin yargılanması ve 28 Şubat sürecindeki yargılamaların yeniden yapılması…

Elbette, kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramayan bu gündemle ilgili bir de ben yazmayacağım. Benim için asıl gündem, asıl konuşulması, yazılması, tartışılması gereken,  dünyanın birçok yerinde yürütülen kirli savaşlar…

Özgürlüğün değerine vurgu yapan kurt ile köpek hikâyesini çoğunuz bilir,  ‘boynumdaki iz, tasma yüzünden’ diyen köpek ile ona ‘ben aç kalmamak için özgürlüğümü feda etmem,’ diyen kurt’un hikâyesini.

Şimdilerde bu hikâyeyi anlatanlar, Arap Baharı ile ilgili olumsuz değerlendirmede bulunan herkesin bu hikâyeden ders almasını ister gibiler. Ne alaka diyeceksiniz birçoğunuz, evet, bence de ne alaka. Bu tür alakasız benzetmelerin yapılması karşısında her defasında büyük bir şaşkınlık içinde kalıyorum.

Bu alakasız benzetmeyi yapanlara göre Arap Baharı’nı eleştirenler bu hikâyedeki kurttan değil köpekten yanaymış. Çünkü o eleştirilerle, isyancılar zalim dış güçlerin kuklası olmakla suçlanıyor, isyancıların can pahasına gerçekleştirdikleri Arap Baharı aşağılanıyormuş.

Oysa masumların kanı üzerinden yapılan iktidar mücadelesine karşı çıkmanın birilerine köpeklik yapmakla ne alakası var.  Bir de SSCB’nin dağılması ve sonrasından söz ediliyor ki Arap Baharı için ne kadar doğru bir örnektir, tartışılır. SSCB’nin dağılmasının başlangıcı olan Romanya’daki halk ayaklanmasını bizzat yaşayanlardanım.

Romanya’nın başkenti Bükreş’te o büyük miting ve yürüyüşün olduğu gün ben de oradaydım. Bütün yollar insanlarla doluydu, ellerinde bayraklarla inanılmaz bir düzen içerisinde yürüyorlardı. Karşıdan karşıya geçmek için çok zor anlar yaşadığımı hatırlıyorum. O yürüyen insanlar âdeta hipnotize olmuş gibi, insanın kanını donduran bakışlarla etrafa bakıyorlardı. Doğrusu çocukluğumdan beri o tarz mitinglere mecburen katılmıştım ama o gün o insanları o halde görünce açıkçası çok korkmuştum. Nikolae Çavuşesku ve eşi o gün kaçmışlar, kısa süre sonra yakalanıp yargılanmışlar ve kurşuna dizilmişlerdi.

Şimdi bunu niçin anlattım. Büyük kitlelerin öfkesinin nasıl kolay yönlendirilebildiğini ve neleri değiştirebildiğini bizzat gördüm de ondan. Zira o kalabalıklar oraya sistemi protesto etmek için gelmemişlerdi tam aksine her zaman yapıldığı gibi Çavuşesku’nun konuşmasını dinlemeleri için zorla getirilmişlerdi.

Hem SSCB’nin dağılmasından sonra kurulan sözüm ona “bağımsız” devletlerde ne değişti ki. O coğrafyada kan ve gözyaşı hiç bitmedi. Sadece Azerbaycan’ı, iktidarın göstermelik seçimlerle babadan oğula geçtiği, aykırı seslerin susturulduğu Azerbaycan’ı hatırlamak bile durumu anlamak için yeterli.

Bir de Arap baharı,  “demokrasi”nin gelmesi için ölüm pahasına yapılan bir mücadelenin sonucudur diyen bazı Müslümanlar var ki onlara ne diyelim. Evet, “demokrasinin gelmesi için, ölüm pahasına yapılan bir mücadele”den söz ediliyor. Ne zamandan beri Müslümanlar "demokrasi" ile bu kadar sıkı bağ kurdular, ne zamandan beri bu dili kullanır oldular.

Zulümlere kılıf olarak icat edilen “demokrasi”, ne zamandan beri Müslümanlar için uğruna ölünecek bir hedef oldu. Amerika’nın, işgal ettiği her ülke için “oraya demokrasi götürüyoruz” dediğini artık bütün dünya biliyor;  onlar bilmiyor mu?

İsyanlarda hayatını kaybedenler, hiç kimse için birer rakamdan ibaret olamaz, olmamalı da. İnsan hayatı çok değerli ve ondan daha yüksek bir değer uğruna feda edilebilir ancak. Çok açık bir şekilde masumların kanı üzerinden iktidar hesapları yapılıyorken, “demokrasi için canlar feda olsun” demek belki dile kolay geliyordur ama ne kadar doğru ve hangi vicdanla söylenebilir.

Elbette zalime karşıyız hepimiz ancak zulme karşı mücadele ederken başka zalimlerin emellerine alet olmamak onlara da karşı çıkmak zorundayız. Aksi halde giden zalimin yerine daha zalimi gelir, öyle ki gelen gideni aratır.

Zalimlerin kendi iktidar ve ikballeri için kardeşi kardeşe kırdırdığı ve art arda yüzlerce binlerce insanın kirli savaşlara kurban edildiği ne zaman fark edilecek. Tüm mazlum İslam coğrafyasındaki düşünen, konuşan, yazan ve yazdıklarına itibar edilenler, ne zaman sorumluluklarını hatırlayacaklar.

Ne zaman duyacak ve anlayacaklar Bilge Şair, Üstad, Sezai Karakoç’un “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz… / Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı / Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim / Bunu bana söylemediniz “ mısralarındaki çığlığı…

Ne zaman öğretecekler mazlumlara, bu kirli savaşlara karşı durmayı ve bir olmayı, ne zaman…

13 Şubat 2012 Pazartesi / Yeni Şafak
Share

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir