blank

Türkiye için çok kolay olmasa da…

TEODORA DONİ Türkiye için çok kolay olmasa da…

TEODORA DONİ
Türkiye için çok kolay olmasa da…
 
2011 yılının 14 Şubat’ında “Devrim mi, postmodern işgal mi?” diye sormuş ve “Tunus'la başlayan ve Mısır'la devam eden isyan sürecine ait birçok bilgiyi, alt alta, üst üste, yan yana koyuyorum, topluyorum, çıkarıyorum, çarpıyorum, bölüyorum ama vardığım sonuçlar karşısında bir türlü bu gerçekten bir devrimdir diyemiyorum. Bu kadar tesadüfün bir araya gelmesi çok rahatsız edici bir durum” demiştim.

O günden bu güne çok zaman geçti, çok olay oldu ama gerçekte hiçbir şey değişmedi. Libya’da NATO desteğiyle Kaddafi devrildi ama ne özgürlük geldi ne huzur ne barış. Kaddafi’nin devrilmesi için silahlandırılan halk şimdi o silahlarla birbirini öldürüyor. Her gün onlarca insan ölüyor ve çatışmalar hiç durmuyor. Tunus’da da Libya kadar olmazsa bile iç karışıklık devam ediyor ve ülkenin nereye doğru gittiğini söyleyebilmek çok zor. Mısır’da da bütün gelişmeler sistemin hiç değişmediğini çok açık bir şekilde gösteriyor. İlle de bir değişikliğin olduğu kabul edilecekse o da sistemi muhafaza etmek üzere postmodern bir askeri darbenin gerçekleştiğidir. Muhalif kesimin en güçlü dinamiği olan  “Müslüman Kardeşler”in bile sağlam bir karşı duruş yerine sürekli askeri vesayete göz kırpan pazarlıklar içerisinde olması durumu anlamak için yeterli…

Aslında Hüsnü Mübarek devrildikten hemen sonra Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun söylediği  “Devrim mi, postmodern işgal mi?” başlıklı o yazımda da alıntıladığım  "Yetki Süleyman'a ya da mevcut siyasi aktörlerden birine devredilmiş olsaydı, Mübarek'in etkisi devam edecek diye düşünürlerdi" "Ortadoğu'daki toplumların uluslararası topluma güveni sarsıldı" cümleleri de sanırım her şeyi açıklıyor. Evet, Mübarek’in etkisinin kalmadığına inanılsın, öyle düşünülsün diye yapıldı her ne yapıldıysa ama artık herkes aslında devrim olmadığını biliyor şimdi ve halk daha da perişan olduğunun farkında. Tahrir meydanındaki gösterilere katılmasına yöneticileri tarafından daha önce izin verilmeyen Müslüman Kardeşler’in gençleri de bunun farkında.

Aynı yazımda, “Günlerce Türkiye televizyonlarında konuşan Müslüman Kardeşler’den olduğu söylenen Dr. Eşref Abdulgaffar’ı ben de dinledim ve izledim. Her defasında "Mübarek gitmiyor, gitmezse ne olacak?" sorusuna insanı çıldırtacak bir sakinlikle ve kendine aşırı güvenen bir edayla, "Gidecek, gidecek" diye cevap veriyordu. Mısırlıların düşük ücretle çalıştırdığı Filipinliler, Mısırdaki işsizliğin tek nedeniymiş gibi her defasında buna dikkat çekiyor, küresel sermayeye karşı tek söz söylemiyordu, adam Filipinlilerle kafayı bozmuş gibiydi. Duyan da sanacak ki tüm Mısır'ı şu Filipinliler sömürüyor. Eğer Müslüman Kardeşler'in bütün mensuplarının düşünce ve algı düzeyi böyleyse Mısır'ın vay haline. Daha üzücü olanı da bunların yanlışlarının bütün Müslümanlara mal edilme ihtimali…” demiştim.

Şimdi kendi yazımdan bu alıntıları yapmamın bunları bir daha tekrar etmemin elbette birçok nedeni var. Her şeyi çok çabuk unutuyoruz, aradan çok zaman geçti ve hatırlatmakta yarar var diye düşündüm.  Çünkü unuttuğumuzda, hatırlamadığımızda; şu an olup biteni geçmişinden ve bağlantılarından bağımsız olarak anlık düşünürüz ve bu da bizi hiçbir sonuca götürmez. Ya da başkalarının algılarımıza istediği şekilde yön vermesine hiç farkında olmadan izin vermiş oluruz.

Bu söylediklerim, Tunus’dan, Libya’dan, Mısır’dan bağımsız değerlendirilemeyecek olan Suriye için,  orada olup bitenler için düşünürken de tamamen geçerli. Bu ülkelerin hepsi de Türkiye gibi İslam ülkesi yani nüfuslarının büyük çoğunluğu Müslüman ve ne hazindir ki hepsinde de kardeşkanı akmaya devam ediyor.

Böyle bir tablo karşısında en çok da bölgesinde etkin güç olma iddiasındaki Türkiye’ye iş düşüyor. Peki, bölgesinde olup bitenleri en iyi en doğru şekilde analiz edebilme hassasiyetine sahip, doğru ve kalıcı çözümlere öncülük edecek, bu yönde hemen, kararlı, somut adımlar atacak güçlü bir Türkiye var mı?

Bu soruya, üç gün önce Suriye tarafından savaş uçağı düşürülen Türkiye’nin buna karşı nasıl bir tavır geliştireceğine bakarak kısmen de olsa bir cevap bulunabilecektir sanırım.

Konu ile ilgili olarak Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Pazar günü “TRT Haber” televizyonunda canlı yayında yaptığı açıklamalarını ben de herkes gibi heyecanla ve dikkatle izledim.

Başlangıçta tane tane konuşan, kelimeleri özenle seçen, sakin ses tonu, olgun ve ciddi duruşuyla siyasetçi ve bakan değil de o çok özlediğimiz akademisyen, entelektüel Ahmet Davutoğlu Hoca geri gelmişti sanki. Ancak konuşmasını uzattıkça o kendinden emin net cümlelerin yerini dil sürçmeleri almaya başladı ki kolay değil tabii, iki pilotumuz kayıp ve herkes sağ salim bulundukları haberini bekliyor Sayın Bakandan. Açıklamalarında şu an pilotlarımızın bulunmasının öncelikli ve her şeyden önemli olduğunu vurgulayan Sayın Bakan, Türkiye devletinin onur ve vakarına yakışan adımların da dikkatlice atılacağını özellikle belirtti.  Şimdi bu açıklamalara dayanarak, durumun Türkiye tarafından başta Suriye’de akan kardeşkanının durdurulmasını sağlayacak ve Ortadoğu’da barışa giden yolu açaçak bir fırsata dönüştürülebileceğini umut edebilir miyiz?  Tabii ki NATO ülkeleriyle değil, Türkiye bunu başta İran olmak üzere sadece İslam ülkelerinin desteğini alarak yapmalı sanırım.

Gelinen noktada Türkiye için bu çok kolay olmasa da…

Evet, Türkiye’de ve Ortadoğu’da barış belki çok zor ama imkânsız değil. Yeter ki güçlü bir irade ortaya koyulabilsin.

25 Haziran 2012 Pazartesi / Yeni Şafak
Share

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir